Şatonun Altında

Şatonun Altında oyununu gördükten sonraki ilk yüz yüze toplantının uzunca bir süreliğine son toplantımız da olacağını bilmeden buluştuk 24 Ekim 2020’de Moda Çay Bahçesi’nde. Herkes, oyunun çağrıştırdığı imgeleri, kavramları, sözcüklerini yazdı.

 

Eylem: 

Kan, Kahkaha, toprak, taş, ağaç, kız, düğün, şölen, mandal, orman, kılış, tükürük, ekşi, sıvı, cızırtı, küçülme, karın, cadı, saç, yılan, döngü, oyun, yara, uyku, kâbus, kadın, er,şifa, kötülük, kaçmak, ip, alay, yaşlılık.

Oyuna en yakın imge: Ekşi

Oyuna en uzak imge: Karın

 

Beyza İ.: 

Toplumsal bellek, kehanet, misyon, iktidarın rengi, sarsılma, içine düşme, zamansızlık, gri renk, sıkışmışlık, baykuş

Oyuna en yakın imge: Hafıza

Oyuna en uzak imge: Düşüş

 

Handan:

Kadının intikamı, alay, fare, duvar dibi, efendilik, kuraldışı, anarko feministler, Alışkanlık, çamaşır, ilkel, erkek, hiciv, iktidar

Oyuna en yakın imge: fare

Oyuna en uzak imge: temizlik

 

Pelin:

Oyuna en yakın imge: sıradan

Oyuna en uzak imge: alışkanlık

 

Zeynep Erdoğan:

Tedirgin, çocuksu, deforme, aydınlık, mezarlık, tiksinti, heyecan, ambiyans, büyücü, tehditkar, kabus, terapi, savaş, kan, itaatkar, hatıra, ölümsüz, önemsiz, alaycı, sinsi, saklanmış, gömülmüş, tamamlayıcı, bilge.

Oyuna en yakın imge: deforme

Oyuna en uzak imge: itaatkar

 

Zeynep Taç:

Oyuna en yakın imge:  doğruluk

Oyuna en uzak imge: kir

 

Ebru:

Oyuna en yakın imge: zaman

Oyuna en uzak imge: korku

 

Aslı:

Hamam böcekleri, seyirciyi utandırma, duvarın arkasındakiler, iktidar bu geçer

Oyuna en yakın imge: arkasındakiler

Oyuna en uzak imge: şirin

 

Maral:

Oyuna en yakın imge: kirlenmiş el

Oyuna en uzak imge: temiz çamaşır

 

Beyza:

Uyumsuz, kırmızı şehvet, maske, açılıp kapanan örtülerimiz, idealleri açık etme, kukla, pandomim, alt-aşağı, iletişememek, iletişimin sarsılması, ışık

Oyuna en yakın imge: uyumsuz

Oyuna en uzak imge: alt


Kelimelerimiz arasından yine bir seçim yaptık ve bu defa kolektif bir liste oluşturduk. Bundan sonraki adım bu kelimeleri de kapsayan ve üç yüz kelimeyi geçmeyecek bir değerlendirme yazmaktı.

 

Zeynep Taç en yakın imgeleri kullanarak Şatonun Altında’yı şöyle okudu.

Bir hikaye dinledim dün gece iki kadından. Deforme vücutları, dağınık saçları, kirli kıyafetleri ile iki çamaşırcı kadın. Kralın şatosunun altında farelerin bile deliklerinden çıkmak istemediği izbe bir yerdeler May ve Po. Uzun zamandır beraber olmalılar ki kendi aralarında geliştirdikleri garip bir dilleri var; yine uzun zamandır orada olmalılar ki duvarların arkasındakileri ayan beyan görür ve bilir olmuşlar. Onları inceleyerek hatta gülerek geçen dakikalar sonrası beni fark ettiler. Şaşkınlıkları yerini memnuniyete bıraktı. Sahne onlarındı artık. Oradan oraya koşarken ki uyumsuz vücut hareketleri çıkardıkları tiz sesler alaycı kahkahalarla tuhaf bir masalın içinde gibiydiler.

Macbeth’in hikayesi bu; en azından başlangıçta öyleydi. ‘Macbeth ölüyor… he tamam…’ diyen May, rahatlatıyor önce merak etme beklemediğin yerden sormayacağım der gibi. Kralı öldürerek aldığı tacın Macbeth’i de en az onun kadar hırslı, acımasız olan Leydi Macbeth’i de ömür boyu rahat ettirmediğini biliyordum gerçekten de. Kanla kirlenmiş ellerini temizlemeye yetmeyen vicdanları öldürür insanları çoğunlukla. Dökülen kanlar ve yaşanan acılar arttıkça kıpkırmızı oluyor etraf. Bazen kendileri olarak bazen Leydi Macbeth bazen de sıradan bir köylüye dönüşerek devam ediyorlar hikayelerine. Zaman zaman hafızalarını tazelemek ister gibi Macbeth’den önceki onlarca kralın benzer iktidar mücadelelerini sıralıyorlar: kralların isimlerini, hangisinin nasıl öldüğünü (öldürüldüğünü), bir diğerinin tahta nasıl geçtiğini. Doğruları sadece doğruları söylemeye yemin etmiş gibi iç acıtan her şeyi kahkahalarla söylüyorlar.

‘Hikaye bitti he… evinize gidin’ dedi May. Boğazımdaki ekşi bir  tatla eve döndüm.

En  Uzak

Haftasonu ayaklarımı uzatmış yılların alışkanlığı sabah kahvemi içerken çamaşır makinesinin bitiş sinyali geldi kulağıma, aklıma da May ve Po…

Glamis Baronu Macbeth sarayındaki itaatkar hizmetlilerini tanımak ve onları ödüllendirmek isteseydi bunu da tanınmamak arzusuyla tebdil-i kıyafet yapsaydı neler olurdu acaba ?

Sıra sarayın en altında  kimselerin uğramadığı bu izbe yerde, fiziksel özellikleriyle hiç de şirin gözükmeyen bu iki kadına geldiğinde selamlardı onları. Temiz çamaşırları ipe asmakta olan Po elindeki işi bırakıp leğende kirli çarşafları yıkayan May’in yanına gidip Macbeth’i gösterirdi parmağıyla. ‘Bugün çok eğlenceli geçecek’ derlerdi karınları ağrıyıncaya kadar gülerken. ‘Geçmiş mi gelecek mi?’ diye sorarlardı mağrur komutana. ‘Heyecanla gelecek’ derdi Macbeth; merak ederdi kadınların tanımadığı bir yabancıya neler anlatacağını. Zevkle anlatmaya başlayan iki kadın, onun vahşetle krallığa yükselişinin vicdan azabı yüklü kanlı düşüşünün hikayesini bitirdiklerinde korku dolu bir yüzle kendilerine bakan Macbeth’i orada bırakıp yarım kalan temizliklerine devam ederlerdi.

Macbeth inanır mıydı kendisine anlatılanlara?

Leydi Macbeth’e söyler miydi bunları?

Cadıların deli saçması sözleri mi bunlar?

Ah… Çamaşırları unuttum makinede!!!

 

Maral Çankaya ise aynı kelimelerden bambaşka bir metin çıkardı;

‘Şatonun Altında’ Olan Biten

Salona girdiğimizde sahnede biraz kirli ama sıradan sayılabilecek çarşaflar iplere gerilmiş bizi karşılıyor. Bu çarşafların üzerine dikdörtgen bir ışık huzmesi düşüyor; oynunun ismi düşünüldüğünde ‘şatonun bir penceresi mi yansıyor’ diye aklımızdan geçmiyor değil. Ardından oyun başlıyor.

Oyunun hikayesi basit: yıllardır, süresini tam olarak belirtemeyeceğimiz bir vakittir şatonun altında, efendilerinin çamaşırlarını yıkayan iki çamaşırcı, William Shakespeare’in  meşhur Macbeth’ini kendi pencerelerinden anlatıyor. Basit diyorum ancak Macbeth gibi bir karakteri ve eylemlerini anlatmak söylendiği kadar kolay değil tabii. Fiziksel Tiyatro Araştırmaları bu anlamda Macbeth’i daha önce okumuş seyirciye de onu bilmeyene de anlaşılır bir hikaye sunuyor.

Çamaşırcıların saçları başları dağılmış; vücutları deforme olmuş. Artık bu deformasyon tanık olduklarından mı ileri geliyor, böyle mi yaratılmışlar muamma. Ama alışık olmadığımız tiplerden aslında yüzyıllardır aşina olduğumuz iktidar hikayelerini dinleyeceğimiz kesin. Alışık olmadığımız tipler diyorum, zira bu çamaşırcılar kendilerini toplumsal ahlak kurallarına göre sınırlamıyor gibiler; iktidarın kurallarına da, toplumun rollerine de, edep-adapa da uyum sağlayamıyorlar ya da sağlamayı tercih etmiyorlar. Bu uyumsuzluğun gölgesinde (belki de ışığında denmeli) anlatıyorlar efendilerinden sadece biri olan Macbeth’in yükselişini ve düşüşünü. Onun eylemlerini, hırsını, iktidarda kalma sevdasını ve soyunu devam ettirme arzusunu öyle bir alaya alıyorlar ki bu hırsın ve bu sevdanın zamanı olmadığını düşünüyor insan. Ancak sahnede sadece Macbeth değil, Macbeth’in arkasındakiler de alay konusu oluyor: toplumun can damarlarına yerleştirilmiş erk olma arzusu, ahlak, toplumsal cinsiyet rolleri, taht oyunları… her biriyle içimizi rahatlatacak kadar dalga geçiyor çamaşırcılar.

Peki gerçekten rahatlıyor muyuz? Macbeth spermlerini seyircinin üzerine eşit bir şekilde dağıtırken, Lady Macbeth cinayetin hayali kanıyla kirlenmiş elini temizlemeye çalışırken seyirci rahatlıyor mu? Yoksa hafızamızda bizi rahatsız eden bazı haberler mi canlanıyor? Ama gülmeye devam ediyoruz. Neden gülüyoruz bizi bu kadar öfkelendiren ve rahatsız edenlere? Vahşi bir hikayeyi dinlerken attığımız kahkahanın doğruluğunu sorgularken buluyoruz kendimizi oyunu izlerken belki de.

Ve oyun biz nasıl olduğunu anlamadan bitiyor. O zaman oyunun başında gördüğümüz o sıradan çarşaflara iktidarın, kralların, hırsların, ötekileştirenlerin çürük, bozuk, ekşi kokularının sindiğini anlıyoruz. Bir evin boruları içinde gezen ve her şeyi duyan ve gören fareler misali bu iki çamaşırcının tarih boyunca tanık olduğu, iktidarın çıkmayacak lekeleriyle -ve belki de bizimle- alay etmelerini soluksuz izliyoruz.