Heveskâr Oyun Arkadaşlarıma; Beyza Nur Doğan

Heveskâr Oyun Arkadaşlarıma;

Heveskâr seyircilerin haberini çok sevdiğim hocam Esra Dicle sayesinde aldım. Tiyatro hakkında öğrendiğim birçok şey gibi bu güzel projeye başvurmayı da ona borçluyum. Projeyi okurken hem etkinlik hem de Eylem’in ismini görmek beni heyecanlandırmıştı. Ibsen hakkındaki yazılarını okuyup çok sevmiştim. Eylem’i tanıdıktan sonra yazılarını neden kendime bu kadar yakın bulduğumu anladım. Eylem’in de dediği gibi oyun seyrederken bir imgenin peşine takılmak, yazıları da bunun üzerine kurmak hevesimizi ortaklaştırdı. Ama Eylem’in aynı zamanda renkli uçurtmaları, özgürce yazdığı mektupları, dilek ağaçları ve kimseye kilitlemediği bir kapısı vardı. Eylem bana babaannem henüz hayattayken bir anlama sahip olan köy evini hatırlatıyor. Onun meyve bahçelerine açılan kapısından giriyorsunuz sanki Eylem’in oyunlarına. Orda zaman daha yavaş, huzurlu ama hep bir meyve daha koparmanın, sohbet etmenin isteğiyle dolu. Onu tanımanın mutluluğunu bıkmadan hep bu imgelerle yazacağım galiba.

Heveskârları daha en baştan bu kadar güzel yapan diğer oyun arkadaşımsa Handan ya da belki Handan’lar demeliyim. İçinde bir sürü merakı, heyecanı, hatırayı taşıyan, her kahkahasında bu Handan’lardan bazılarıyla tanıştığınız bir tiyatro eleştirmeni. Sabahattin Kudret’in oyunlarındaki genç karakterleri hatırlatıyor bana. Her zaman “açık denizler” düşleyen, boğucu evlere, tekrarlara sığamayan cesur ve yaratıcı bir kadın. Sahnede dürüst ve yerinde bir alaycılığa ortak olmak ne kadar sevindiriyorsa Handan’la olmak da her günümüzü öyle sevinçli hâle getiriyor. Benim için bazen papatya bazen şarap kokan bir Kadıköy evi Handan. Biz yeniden görüşene kadar renkli kumaşlardan bir sürü Handan dikecek bu evde. Sonra onlara bir sitcom yazacak.

Handan’ın ve Eylem’in projesini bu kadar düzenli ve verimli hâle getiren onların gösterdiği çaba ve sahip oldukları tecrübeydi ama çoğu birbirini ilk kez gören, farklı yaşlardan ve alanlardan on iki kadının kısa zamanda yakaladığı uyum şanstı galiba ya da bu tuhaf yılın bizden dilediği bir özürdü. Tıpkı Handan ve Eylem gibi diğer heveskâr arkadaşlarımı da sanki yıllar içinde tanıyıp sevmişim gibi hissediyorum.

Onlardan biri de Aslı, yıllardır araştırmalar yapan çantasına doldurduğu hikâyeleri hayatına katan bir anlatıcı. Ne zaman Aslı’yla bir sohbete başlasak eski hikâye anlatıcıları gibi gidip yerinde dinlediği hikâyeleri anlatır bize. İksv projesinde gezdiğimiz sokakların unutulan hikâyelerini o doldurabilir, Monologlar Müzesi’nde anlatılan kadın hikâyeleri gibi onlarcasını anlatabilir bir oturuşta.  Her heveskârda yaşamanın başka bir yolunu görüyorum. Aslı bunu aramaya devam etmekte bulmuş sanki. Ses kayıt cihazı, çantası, tatlı dili, koşulsuz dostlukları Aslı’nın evi olmuş. Bu eve sesimi bıraktığım, karşılığında Aslı’da çınlayan birçok sese ortak olduğum için çok şanslıyım.

Mektubumda Aslı’ya uyup ben de tek tek anlatmaya devam edeceğim heveskâr arkadaşlarımı. Hayata şeklini kendi eliyle vermekten hiç geri durmayan Nilüfer’den bahsetmek istiyorum. Nilüfer falı için benim sezgilerime güvenmişti. Bunu bir fincanda görmek mümkün mü bilmiyorum ama ben hem etrafındakileri hem de kendi hislerini sarıp sarmalayan bir kadın olduğunu dinleyerek gördüm. Aklımdaki boydan boya uzanan bir cadde. Nereye başınızı çevirseniz bir zaman parçasını saklamış, kollarının altına almış. İki ucunu da Nilüfer tutuyor. Herkes cadde boyu dizilmiş. Ellerinde aynı Sait Faik kitabını tutan kalabalık, annesinin Nilüfer’e sevgiyle baktığı canlı bir resmi seyrediyor. Düşüp kalkmaları, didişmeleri, zorlukları arka sokaklarında saklayan bir Beyoğlu performansı. Falda çıkmayı unutmuş ama ben yine de görmüş gibi söyleyebilirim Nilüfer’in hevesi sürdükçe caddesi hep ışıklı başka caddelere açılacak.

Pelin’e Mücbir Sebepler dosyamızda bilerek aşka dair bir soru sordum. Aşk, Pelin gibi heveslenince gözleri kocaman açılan, yerinde duramayan, bütün biletler için hazırda konuğu olan bir duygu çünkü. Pelin’le arkadaş olmak da bir kadeh şarabın verdiği hoşlukla müzikal seyretmek gibi. Hareketler, sesler, duygular sahnenin her köşesini dolduruyor. Onun karşısında kendini çok hareketsiz, hantal hissediyorsun ama yine de içinden onun şarkısına dansına ortak oluyorsun. Yaşadığı, hissettiği her şeyi öyle tutkuyla tarif ediyor ki bir yemek sahnesi bile görkemli, dikkat çekici hâle geliyor. Pelin neyi sevdiyse aynısını görmek için yola çıkmak geliyor insanın içinden. Bir gün Pelin bize Bursa’yı gezdirecek ve eminim birlikte geçtiğimiz bir şenlik yerinde hayalî kadınlar ve erkekler ellerindeki tabaklarla dans edecek, Pelin ve kardeşinin şeflik yaptığı çılgın bir koro alışılmadık şarkılar söyleyecek.  Gecenin sonunda Pelin neşeli bir fotoğrafımızı çekecek, her zamanki gibi.

Maral’ı ve Beyza’yı aynı paragrafta anlatacağım, iki iyi dost ve ev arkadaşı olarak hayatıma girdikleri için. Onları aynı zoom karesinde görmeye alışığım. Üstelik biri oyuncu, biri dansçı. Daha güzel bir birliktelik olabilir mi? Bir evi değil de kulisi paylaşır gibi yaşadıklarını hayal ediyorum. Sürekli bir oyunun, performansın hazırlığından söz edilen, her köşesinde bir telaşın, fikrin dolaştığı bir yer, tıpkı Tırnak İçinde Hizmetçiler oyunundaki gibi. Maral bu evde Zabel’in annesini, arkadaşını düşünmüştür, Beyza koreografiler hazırlamış, dersler vermiştir. Tutkularını erken fark etmiş, “deniz daha bembeyazken” yola çıkmış iki kadın. Her sohbetimizde onların kulisine biraz daha sızacağız, sahnenin ötesini gördüğümüz için bir kat daha gurur duyacağız yaptıkları işlerle.

Diğer arkadaşlarımla olduğu gibi Zeynep (Erdoğan)’le bire bir sohbet ettiğim zamanlar da oldu. Böyle anlarda ne kadar hızlıca analiz eden, dikkatli, kıvrak bir bakışı olduğunu daha iyi gördüm.  Aynı dikkat Nilüfer’de de olduğuna göre bu belki mimarlığın bir hediyesi ya da mimarlığa bir sebeptir. Ama Zeynep bundan daha baskın biçimde putları kıran yerine de yüzü geleceğe dönük heykeller yapan bir sanatçıyı anımsatıyor bana.  Sanki bir yerlerde içeriye sayılı insanı aldığı bir atölyesi var. Sanki üniversitenin tiyatro topluluğunun değil en ateşli dönemindeki avant-garde tiyatro hareketlerinden birinin başındaymış gibi. Kuralları yıkan bunun yerine de sadece yaşamı koyan bir öfke onu harekete geçiriyor gibi hissediyorum. Zeynep’in bu gizemli ve devrimci “atölyesine” davet edildiğim an sanki onun Olağan-İçi Bir Gezi tecrübesini anlattığı gündü. Her taşındığı odaya dünyasını sığdıran, buraya verdiği biçimle özgürleşen Zeynep’le tanıştım. Eminim “atölyesinin” kapıları kendisi gibi odasından taşan başka özgür heveskârlarla birlikte kocaman bir sahneye açılacak.

İmge’nin senaryo ekibinde olduğu dizinin pandemi arası vermesini ve İmge’yle daha çok vakit geçirebilmeyi isterdim. Yine de İmge hasta da olsa yoğun da olsa katılabileceği bütün toplantılarda bizimle olmaya çalıştı. Galiba aklımda hep çok çalışan ama sevdiği işi yapan bir İmge kalacak. Onunla en uzun sohbetimizi Balat dönüşünde ettik. İşinin zorluğundan, koşullardan söz etti.Yine de “diyalog yazmayı seviyorum” derken gözleri ışıl ışıldı. Monologlar Müzesi dosyamıza yazdığı monoloğun sahnelendiğini görmeyi çok isterdim. İmge için bütün sorumluluklarının uzağında, sessiz, ferah bir oda düşlüyorum, konuk olacağı bir yazar evi belki. Burada sadece yazmak istediklerini yazacak, yazdıklarına hiçbir yönetmen dokunamayacak, filmlerde oyunlarda herkeste başka bir kelimesini bırakan sayısız monoloğu olacak.

Zeynep (Taç) çok zarif ve iyi kalpli bir heveskâr arkadaşım olarak kalacak aklımda. Daha ilk toplantıda kötü eleştirileri sevmediğinden, çabayı her durumda takdir etmek gerektiğinden söz etmesiyle hissetmiştim bunu. Ardından Balat’ta birlikte oyunu beklediğimizde bunun onun hayatındaki en önemli değerlerden biri olduğunu fark ettim. Mütevazılık, hassasiyet, özen Zeynep’te gördüğümüz o çok güvenli ve huzurlu kozayı örmüş. Kendimizi konuklarımıza tanıttığımız zaman hep tiyatroya diğer heveskârlardan uzak olduğunu söylese de sahnede gördüğünü hemen kendisi için bir tecrübeye dönüştürüyor. Bu yüzden Her Güne Bir Vaka toplantısında söylediği gibi uzun oyunlardan da uzun yazılardan da sıkılmıyor. Kozasını bundan sonra da sevgiyle, hevesle büyüteceğine orda hepimiz için yumuşacık bir yer açacağına inanıyorum.

Ebru, her zaman hem eğitimci hem hevesli yüzünü gösterdi. Diğer arkadaşlarımdan olduğu gibi ondan da çok şey öğrendim. Onun tiyatroya olan hevesi kadar öğretmeye dair hevesi de beni etkiledi. Özellikle “Dijital Tiyatro” toplantımızdaki yorumları konuşmanın seyrini belirledi. Uyandığımda Sesim Yoktu dosyası için hazırladığı anket soruları da hepimizi kendi içimizde hiç bakmadığımız yerlerde dolaştırdı. Onunla en çok özdeşleştirdiğim performans ise Mücbir Sebepler oldu. Dansa olan hevesini zoomun dışında da görebilirim umarım. Şimdilik Ebru’yu “evim burası” dediği ofisinde dans ederken düşünmek mutluluk veriyor. Tıpkı Aslı’nın perdesi açık mutfağında ettiği danslar gibi tüm dansların en neşelisini kanı çekilmiş akademinin ortasında sergileyebilir.

Mektubum uzadıkça uzadı ama son olarak unutamadığım bazı anlardan bahsetmek istiyorum. Bunlardan biri tabii ki Moda Bahçesi’ndeki buluşmamız. İlk kez yüz yüze konuştuğumuz halde uzun zamandır buluşuyormuşuz gibi rahattı sohbetimiz. Gün batımını fotoğrafta yakalayamamıştık ama onu seyrederek tiyatro konuştuk, imgeler yazdık Şatonun Altında oyunu için. Sonra imgelerimiz birbirimizin yazılarına karıştı. Arkadaşlarımın hayali benim hayalim oldu sanki. Böylece kendime hiç söylemeden koyduğum yasaklardan kurtuldum. Yazmak için yazar ya da şair olmak gerekmediğini, sadece kendim için de yazabileceğimi, beğenmesem de yazdıklarımı saklayabileceğimi hatırladım. Heveskâr arkadaşlarım birbirini o kadar destekledi ki yazmak konusunda, onlara eksiklerimi, boşluklarımı göstermekten hiç çekinmedim. Eylem’in Şatonun Altında oyuncularına onları hayal ederek yazdıklarımı okuması en güzel tecrübelerimden biri oldu. Sanki benim bakışımla onların bakışı karşılaştı. Daha sonra birbirimizin yazılarını her okuduğumuzda, yorumladığımızda aynı karşılaşmayı hissettim. Arkadaşlarımın yazdığı monologlar, hikâyeler, şiirler, masallar, günlükler, mektuplar hepsi oyunların ve yazmanın anlamını çoğalttı, Eylem’in pandemi sonrası dışarı çıktığında hissettiği gibi “kalbim genişledi”.

Hiç unutamadığım başka bir an da Handan ve Aslı’yla gittiğimiz Dansöz oyunundan sonra Handan’ın çocukluk arkadaşı ve Zübeyde’yle olan sohbetimizdi. Annelik, kadınlık, üretme heyecanı üzerine öyle sahici ve eğlenceli bir sohbetti ki bütün günümü onun verdiği zevkle geçirdim diyebilirim.

Bir de Karagöz Sergisi’ni gezip Mücbir Sebepler’i seyrettiğimiz günü hep gülümseyerek hatırlayacağım. Birlikte dolaşmak, Hazzopulo’da kahve içmek çok güzeldi. Dönerken de metroda Eylem’le aramızda kısa ama her zaman aklımda olacak bir konuşma geçti. Hayatımdaki güzel bir şey başka güzellikleri köreltmeye başladığında ya da heveslerimin uzağına düştüğümde bu kısa konuşma beni yeniden güzel bir bahçeye çıkaracak.

Birkaç ay içinde saymakla bitiremeyeceğim kadar güzel anılar ve duygular bıraktı bende “Heveskâr Seyirciler”. Eylem’e ve Handan’a bu güzel fikir ve bütün emekleri için teşekkür ediyorum. Bütün heveskâr arkadaşlarımla özgürce sarılabileceğimiz günlerde yeniden buluşmayı umuyorum.